26 Temmuz 2012 Perşembe

Erenköy Cemati

Erenköy Cemati
Erenköy Cemati





Kökleri Kelami Dergahı’na ve ŞEYH MAHMUD ESAD ERBİLİ(K.S)’a dayanıyor.ŞEYH MAHMUD ESAD ERBİLİ(K.S), tekkeler kapatılınca Erbil’deki arazilerini satıp, İstanbul’a yerleşti. Erenköy’de bir bina aldı, cemaatin temellerini attı. Menemen Ayaklanması’na karıştığı iddiasıyla gözaltındayken rahatsızlanıp hayatını kaybetti.

Erenköy Cemaati, ŞEYH MAHMUD ESAD ERBİLİ(K.S)’ın halifesi RAMAZANOĞLU MAHMUD SAMİ EFENDİ(K.S)’nca sürdürüldü. Nakşibendi geleneği içinde, esnaf ve işadamlarının kolu olarak biliniyor. RAMAZANOĞLU MAHMUD SAMİ EFENDİ(K.S)’nun ardından cemaatin dini sorumluluğunu TOPBAŞZADE MUSA EFENDİ(MUSA TOPBAŞ)(K.S)
üstlendi. Onun ölümüyle üç isim ön plana çıktı: Yeni Şafak’ın eski başyazarı Ahmet Taşgetiren, Eymen Topbaş ve Konya’da yaşayan Tahir Büyükkörükçü. Şeyh postuna Büyükkörükçü’nün oturduğu ileri sürülüyor. Konya’da Erenköy Mahallesi’nde yaşayan Büyükkörükçü bir dönem Milli Selamet Partisi milletvekilliği de yapmıştı. Erenköy Cemaati’nin Ankara topluluğunu ise Muradiye Vakfı yürütüyor.

Cemaatin altın silsilesi
Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed (SAV)
Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.)
Selman Fârisî (r.a.)
Kasım Bin Muhammed (r.a.)
Ca'fer-i Sâdık (r.a.)
Bayezid Bistâmî (r.a.)
Ebu'l-Hasan Harakânî (k.s.)
Ebû Ali Farmedî (k.s.)
Yûsuf Hemedânî (k.s.)
Abdulhâlık Gucdüvânî (k.s.)
Ârif Rivegerî (k.s.)
Mahmûd Fağnevî (k.s.)
Ali Ramîtenî (k.s.)
Muhammed Baba Simasî (k.s.)
Emir Külâl (k.s.)
Şah Nakşbend Muhammed Bahâüddin Buhârî (k.s.)
Alauddin Attar (k.s.)
Ya'kub Çerhî (k.s.)
Ubeydullah Ahrâr (k.s.)
Muhammed Zahid (k.s.)
Hacegi Muhammed İmkenegî (k.s.)
Muhammed Bâkî Billâh (k.s.)
İmam-ı Rabbânî Ahmed Farukî (k.s.)
Muhammed Ma'sum es-Serhindî (k.s.)
Muhammed Seyfeddin Serhindi (k.s.)
Nur Muhammed Bedâyûnî (k.s.)
Mirza Mazhar-ı Can-ı Canan (k.s.)
Abdullah Dehlevî (k.s.)
Mevlânâ Halid Bağdâdî (k.s.)
Tâhâ el-Hakkârî (k.s.)
Tâha el-Harîrî (k.s.)
M. Es'ad Erbilî (k.s.)
Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi (k.s.)
TOPBAŞZÂDE Musa Efendi (Musa Topbaş)   


 Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî Hazretleri


Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî (1847–1931); (bugünkü Irak’taki Musul’un) Erbil kasabasında doğmuştur. Dedesi ve babası da Nakşibendî-Halidî şeyhi olan Es’ad Efendi, medrese tahsilini tamamladıktan sonra 23 yaşında Nakşî-Halidî şeyhi Tâhâ-l-Harirî’ye intisap etti ve beş yıl sonra hilafet aldı. (Abdülhamid er-Rifkanî adlı bir şeyhten de Kadirî icazeti almıştır.) 1873 yılında hacca gitti, dönüşünde şeyhinin vefat etmiş olduğunu görünce İstanbul’a geldi. Fatih Camii’nde Hafız Divanı’nı okuttu; Meclis-i Meşayih azalığına ve 1883’te Şehremini’ndeki Kelamî Dergâhı’na (Kadirî icazetiyle) şeyh olarak tayin edildi. Halkın, devrin âlim, aydın ve mutasavvıflarının ve ileri gelen yöneticilerin büyük ilgisiyle geniş bir çevreye hitap etti. 1900’de II. Abdülhamit Han tarafından memleketine sürgün edildi; İkinci Meşrutiyet’ten sonra İstanbul’a geri döndü. Kuruluş çalışmaları Kelamî Dergâhı’nda yürütülen Cem’iyyet-i Sûfiyye’de ikinci reislik; 1914’de Meclis-i Meşayih reisliği yaptı. Tasavvuf ve Beyanu-l-Hak mecmualarında yazılar yazdı. Sürre Emini olarak Hacca gönderildi. 1925’te tekkelerin kapatılmasıyla inzivaya çekilmesine rağmen Kazasker’deki köşkünde sürekli polis gözetimi altında tutuldu. Menemen hadisesi üzerine idam talebiyle yargılandı, olayla hiçbir şekilde ilgisi ve bağlantısı olmadığı halde müebbet hapse mahkûm edildi; yaşlılığı sebebiyle kaldırıldığı hastanede 1931’de vefat etti. (kuddise sirruhu)


ŞEMAİLİ


Es'ad Efendi uzuna yakın boylu, beyaz sakallı, süzme gözlü, esmer tenli, şişmana yakın cüsseli, güler yüzlü, tatlı sözlü, vakur bir zat idi. Çok kuvvetli bir hafızaya sahipti. Senelerce evvel görüştüğü zatı hemen tanır, konuştukları mevzuyu derhal hatırlardı.

Altın silsilenin otuz üçüncü halkası yine Irak'tan, Musul'un Erbil kasabasından 1264/1847 yılında Erbil'de doğdu. Baba ve anne tarafından seyyiddir. Babası Erbil' de bulunan Halidî tekkesi şeyhi M Saîd Efendidir. Babası tarafından dedesi Hidayetullah Efendi ise Mevlana Halıd el-Bağdadi' nin Erbil'de yaptırdığı tekkeye tayın ettiği halifesidir.

Es'ad Efendi ilk tahsilini Erbil ve Deyr'de ikmal ettikten sonra yirmi üç yaşında iken 1287/1870 yılında manevi bir işaretle Nakşı-Halidi şeyhi Taha'l-Hariri'ye (o 1294/1875) intısab etti. Beş yılda seyru sulükunu ikmal île hilafet aldı 1292/1875 yılında Hicaz'a gitti.


Click here to enlarge
Es’ad Efendi Hazretleri bağlılaryla beraber otururken


Es’ad Erbilî’nin eserleri şunlardır: 1. Kenzü-l-İrfan; konularına göre ayrılmış 1001 hadisin metni, tercümesi ve bir kısmının şerhinden oluşan bu kitap birçok defalar basılmıştır. 2. Mektûbât; Erbil’deki sürgününde müntesip ve dostlarına gönderdiği mektuplardan oluşmuştur. 3. Risale-i Es’adiyye; tasavvuf ve tarikat adabıyla ilgili bir eserdir ve sonunda müellifinin kendi hal tercümesi bulunmaktadır. 4. Risale-i Tevhid; Evhadüddin Balyânî’ye ait bir risalenin tercümesidir. 5. Fatiha-i Şerif Tercümesi, 6. Fârisî ve Türkî Divan-ı Es’ad; içinde Arapça ve Kürdçe birer şiirin de bulunduğu divan, tasavvufi neşvenin en güzel ve yetkin örnekleriyle doludur ve hâlâ büyük bir beğeniyle okunmaktadır; hatta bazı şiirleri bestelenmiştir, kaside ve gazel tarzıyla da söylenmektedir. Divan-ı Es’ad (h.1337, m.1918 yılında) İstanbul’da basılmıştır (ve “Lisan-ı Kürdi’de Bir Gazel” s.31-32’de bulunmaktadır.) Şimdi bu gazele ve tarafımızdan yapılan bugünkü dile aktarımına bir göz atalım:




şâhî ki ruh-ı gıbta-i hurşîd-i semâ bî

âşık debî feryâd resî lutf-ı hudâ bî



ey şem’-i şebistân-ı men ey nûr-ı dırahşân

pervâne –sıfat cân be cemâl-i tü fedâ bî



mümkün neye aslâ nele şâhî nele şâdî

zevkî kî le dergâh-ı le râh-ı tü peyâ bî



mecnûnem eğer meyl-i bekâ-yı nâm-u nişân kım

nahçîr-i di erbeste be- zincîr-i fêna bî



bâ key neye kurbân nele küfr ü nele îmân

dîvâne–i zülf-i tü ki sermest-i likâ bî



nâkâ be devâ-yı hikmet-i lokmân tenezzül

hâ-hoş-ı düçaret eğer erbâb-ı zekâ bî



sôfî betümây-ı bâg u ber-i cennete es’ad

hâşâ ki yebî renc ü cefâ zevk u safâ bî

. . .




ey bendesi, şahın ki yanağını kıskandığı gökteki güneşin

aşık olursan ona, feryadına yetişir tanrı lütfuna erersin



ey parlayan nur ey benim gece ülkemin mumu

fedadır canım cemaline pervane gibi güzelliğine



yoktur asla ne şadımanlık ne padişahlıkta

o zevk ve haz ki tattığım kapında yolunda senin



mecnunum eğer meyledersem bekasına nâm u nişanın

bağlıdır çünkü gönül bir avdır yokluk zincirine



neye kurbanım bilmem nedir küfür nedir iman

sarhoşum olursam yüzünün divanesi zülfünün



etmem tenezzül şifasına lokmanın hikmetinin devasına

erbab-ı zekâ gerçi gönülden buna düçar olmuşsa da



ey sofi geçerdi es’ad cennet bağından ve yemişlerinden

geçebilseydi cevr ü cefadan zevk u sefadan



Kendisi Türk olduğu halde, Kürtçe şiir yazmış olması, hazret-i şeyhin bir kerametidir yani cömertliğidir ve kanaatimce bu, çok mühimdir. İslam kardeşliği lafını etmek kolaydır, fakat eğer uygulamada değerli bir tezahürü yoksa hiçbir kıymeti yoktur. Kardeş olmak birbirine hürmet ve itibar etmek demektir; muhatabını en az kendisi kadar değerli kabul etmek demektir. Es’ad Efendi zımnen “Kürdçe benim Müslüman kardeşlerimin dilidir, onların diliyle de şiir yazarak onların gönlünü kazanmak istiyorum” demek istemiştir ve bunu 90 sene önce yapmıştır. Ve bu kutlu hareketi günümüze çok kuvvetli bir ışık tuttuğu için keramettir. İslam aydınları ve şairlerine düşen ise bu yolda yürümektir. Ecnebi dillerine gösterilen ilginin binde birini dindaş ve vatandaşlarımızın diline göstermiyoruz. Bu, kabul ve tahammül edilir bir şey değildir. Maalesef Kürdçe bilmiyorum, bilsem hemen bir Kürdçe manzume yazar ve hiç çekinmeden yayınlardım. (Fakat bu şiiri yayınlamış olmakla da bir atılım yapmış olduğumu düşünüyorum.) Yüzyıllardır beraber yaşadığımız, beraberce şehit ve gazi olduğumuz, aynı sofrada, aynı vatanda, aynı memlekette kardeş olduğumuz Kürd kardeşlerimizin her şeyine sahip çıkmak en büyük görevlerimizdendir. Diğer taraftan, Kürdleri, kurtların yani düşmanların tuzağına düşmekten korumak için bunu yapmamız, hatta, şarttır.
Click here to enlarge

Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi (k.s.)


SEVENLERİNİN DİLİNDEN MAHMUD SAMİ EFENDİ

Gönenli Mehmed Efendi’nin Sami Efendinin bağlılarından Lütfi Eraslan’a söylediği sözler bu özel konumu aydınlatıcı mahiyette:

"Öyle bir zata sahipsiniz ki bütün kafirler bir araya gelse, gökyüzünden onu yere atsalar, yine ayakları üstüne düşer. Hiçbir kafir ona bir şey yapamaz. Zira Cenab-ı Hak tarafından teyid edilen bir vazifesi vardır… Sami Efendi bu ümmetin en büyüğü idi başka ne söylense boştur."

• Esad Erbilli Hazretleri

"Yeryüzünde melek görmek isteyen Sami evladımızın yüzüne baksın. Sami evladımın edebine melekler gıpta ederler. Mahviyeti benden fazladır.''



Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi (k.s.); Bir asra yaklaşan ömrünü istikamet, takvâ ve verâ ölçülen içinde, kullarını Allah'ın yoluna irşâdla ikmal eden Sâmi Efendi Hazretlerini nebiler nebisinin âğûşunda sevgilisi Allah'a uğurlayışımızın ardından 10 yıl geçti O'nu, vefâtının sene-i devriyesinde söz kalıpları içine sokmak ve lâfızlarla anlatmak bizim kârımız değil. Lâkin "Sâlihlerden bahsetmenin rahmet nüzûlüne medâr" olacağı düşüncesiyle kısa çizgilerle merhûmu anlatmaya çalışacağız.

Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu, nüfus kayıtlarına göre 1892 yılında Adana'da dünyaya geldi. Babası tarihte Ramazanoğulları diye bilinen âileden Müctebâ Bey, annesi ise Ümmügülsüm Hanım'dır. Sâmi Efendi'nin büyük ceddi Abdülhâdi Bey'in tesbit ettiği âile şeceresine göre, Ramazanoğullarının aslen Türklerin Oğuz boyunun Üçoklar kabilesinden olduğu ve Hz. Halid b. Velid (r. A.) nesliyle münâsebettar bulunduğu anlaşılmaktadır.

İlk, orta ve lise tahsilini Adana'da tamamlayan Sâmi Efendi, yüksek tahsil için İstanbul'a geldi Darûl-fünun Hukuk Mektebine girdi. Hukuk Fakültesini birincilikle bitirdikten sonra askerlik hizmetini zâbit vekili (yedek subay) olarak yine İstanbul'da yaptı.

Zâhir ilimlerini devrin ulemâ ve müderrislerinden tamamlayan Sâmi Efendi için sıra manevi ilimlere ve bâtın imârına gelmişti. Fıtrat-ı necîbesinin şiddet-i meyli sebebiyle tasavvuf yoluna sülûk etti. Devrin meşhur Nakşi tekkesi Gümüşhâneli dergâhında bir müddet erbaîn ve riyâzatla meşgul olduktan sonra arkadaşı eski Beşiktaş Müftüsü Fuad Efendi'nin babası Rüşdü Efendi'nin delâletiyle Kelâmî dergâhı şeyhi ve meclis-i meşayıh reisi Erbilli Es'ad Efendi'ye intisab etti. Kısa zamanda kesb-i kemâlât eyleyip seyr u sülûkunu ikmalden sonra hilâfetle irşâda mezun oldu. Bir müddet daha mürşidinin yanında kaldı ve bilâhere memleketi Adana'ya irşâda muvazzaf olarak gönderildi.

Mahmûd Sâmi Efendi Hazretleri tekkelerin kapatılmasından sonra memleketi Adana'da bir yandan Câmi-i Kebir'de vaaz ve husûsi sohbetleriyle irşâd hizmetini yürütürken, bir yandan da maişetini temin için bir kereste ticârethanesinin muhasebesini tutuyordu. O, babasından ve âilesinden kendisine intikal eden büyük serveti almamış ve "Hiçbir kimse kendi kazancından daha hayırlı bir yiyecek asla yememiştir" (Buharî) hadîsi şerîfi gereğince kendi el emeğiyle geçinmeyi tercih etmiştir. Sûfiler içinde baba mîrasını almayanlar içinde ilk olarak Hâris Muhâsibi'yi görüyoruz. O da Kaderiye mezhebine bağlı bulunan babasının mirasını almamıştı.

Adana'da uzun yıllar müştâk gönüllere aşk-ı ilâhî şerbeti sunarak hizmet etti. Yazları Adana'nın Namrun ve Kızıldağ yaylası ile bazan da Kayseri'nin Talas'ında geçirirdi. Hac yolunun açıldığı 1946 yılında ilk defa hacca gitti.

1951 yılında İstanbul'a geldi. İki yıl kadar İstanbul'da kaldıktan sonra 1953 yılında hac mevsiminde önce hacca, dönüşte de arkadaşı Konyalı Saraç Mehmed Efendi'yle Şam'a geldi ve oraya yerleşti. Bilâhere âilesi, damadı ile birlikte yanına gitti. Ancak bu Şam hicreti dokuz ay kadar sürdü. Dokuz ay sonra tekrar İstanbul'a geldi. İstanbul'a bu gelişlerinde önce Bayezid-Lâleli'ye, sonra da Erenköy'üne yerleşti. Şamdan İstanbul'a bu gelişlerinde zevceleri Valide Hanım'a "İstanbul'a tekrar geldik. Gönlümüz Medine'de atıyor. Ahîr ömrümüzde oraya hicret etmeyi arzu ederiz," buyurmuşlar

İstanbul'da bulunduğu yıllarda da Adana'daki gibi bir yandan Erenköy Zihnipaşa Camiindeki vaazları ve husûsi sohbetleriyle irşâd hizmetini yürütürken diğer yandan da Tahtakale'de bir ticârethanenin muhasebesini tedvirle maîşetini temin etmekteydi. O' nun bu vaaz, irşâd ve sohbetlerinden cemiyetin her sınıfından, fakir, zengin, okumuş, okumamış, esnâf, işçi, memûr, tüccâr ve fabrikatör binlerce insan istifâde ederek feyz almış, istikamet bulmuş ve böylece etrafında yepyeni bir nesil teşekkül etmiştir. İhvanını mânevi himâye kanatları altında toplayarak onları cemiyetin her türlü kötü cereyanından korumaya çalışmıştır.

Ömrünün son yıllarında şöhretinin artması ve dışarıda kendisine iltifatın nazar-ı dikkati celbedecek seviyeye ulaşması sebebiyle kûşe-i uzlete çekildi. İhvanı ile gerek devlethanesinde ve gerekse Ramazan'da hatimle kılınan teravih namazlarında görüşüyordu. Bu vesile ile onlara İslâmî düsturları Muhammedi hakikatları ve Nebevî ahlâkı anlatarak hâliyle, kaliyle irşâd ediyordu.

1979 yılında gönlündeki muhabbeti-i Resûlullah ateşi onu Belde-i Tâhire'ye hicrete mecbûr etti. Çünkü onun son arzusu Peygamber şehrinde Hakk'a varmaktı. Nitekim 1957 senesinde yakınları kendilerine Eyüp Sultan'dan kabir yeri almayı teklif ettiklerinde:

- Herkesi arzusuna bıraksalar biz Cennetü'l-Baki'yi arzu ederiz, buyurmuşlardır. Cenab-ı Hak sevdiği kulunun arzusunu kabul buyurdu. Nitekim İstanbul'da bulunduğu yıllarda mübtelâ oldukları amansız hastalık, orada da yakasını bırakmadı. Fakat en acılı, ağrılı zamanlarında bile o, hiçbir şikayette bulunmamış, yüzünden tebessümü eksik olmamıştır. Vefatı 10 Cemaziyelevvel 1404 /12 Şubat 1984 Pazar günü saat: 4.30'da vâkî olmuş ve Cennetü'l-Baki'ye defnolunmuştur. Rahmetullahi aleyh.

Vefatına şu ifadelerle tarih düşüldü. Kutb-i vâsılîn ü gavs-ı şuyûh-ı ızâmı Nûr-i hüdâ mürşid-i merdüm-ı ihtirâmi Belde-i Tahire'de tevhidle deyüp Allah Vasl-ı cinan eyledi Şeyh Mahmûd Sâmi (1404 H.)

Şemail ve Ahlâkı

Merhum Ramazanoğlu Sâmi Efendi, uzuna yakın orta boylu, nahif bedenli, buğday tenli, seyrek sakallı, kıvırcık saçlı, ela gözlü mücessem bir nûr heykeliydi. Mehabetinden yüzüne bakmak, hele göz göze gelmek kâbil olmazdı. Etrafa ziyâlar saçan gözlerinin isabet ettiği vücûd, tir tir titrerdi. Hatta O' nun nazarlarından müteessir olup cezbeyle düşüp bayılanlar bile olurdu. Temiz ve düzgün giyinirdi. Sakalı bir tutamı geçmezdi. Saçlarını ya tamamen kestirir veya kulak memesine kadar uzatırdı. Bütün bunlar sünnet-i seniyyeye imtisâllerindendi.

Sâmi Efendi, çok az yer, içerdi. Sohbetlerinde sıkça az yemenin faziletinden çok yemenin zararlarından bahseder bunu âyet, hadis ve hikmetli sözlerle anlatırdı. Kendisi sünnet üzere günde iki öğünden fazla yemezdi. Yediği zaman da yarım dilim ekmek ve bir kaç lokma katıkla kifâf-ı nefs ederdi. İhvanla birlikte yenildiğinde "ihvanla yenilende bereket vardır ve bundan suâl olunmayacaktır" buyurarak fazlaca yenilmesine müsâade, hatta teşvik ederlerdi.

Az uyurlardı Seher vaktini ihyâ etmek en büyük zevkleriydi. Evinde misafir kalanlar veya kendileriyle bir yolculuğa çıkanlar, gecenin hangi saatinde kalksalar onu ayakta bulurlardı. Hatta onun anlayışına göre yatıp uyumanın adı bile istirahattı. Nitekim bir defasında bağlılarından birinin evinde misafir bulunduklarında gecenin ilerleyen saatlerinde hâne sahibi kendilerine:

-Efendim artık yatarsanız yatak hazırlayalım, der. O:

-Yatmanın adı istirahattır, buyururlar. Bir müddet sonra ev sâhibi tekrar:

-Yatar mısınız? deyince O yine:

-Yatmanın adı istirahattır. Fakir istirahat edeyim, sizi de eksik kalan dersinizi tamamlayın, buyurur. Hâdiseyi anlatan zât diyor ki, "gerçekten o sabah dersim yarıda kalmış ve akşama kadar da tamamlamaya fırsat bulamamıştım."

Az konuşurlardı. Konuştukları zaman ya hikmet söylerler veya nasihat ederlerdi. Değilse sukûtu ihtiyar ederlerdi. Nitekim Merhûm Ali Yektâ Efendi şöyle diyor: "Evliyâullah'ın tasarrufları ya kavlen ya da hal ile olur. Sâmi Efendi'nin tarassufu hal iledir. Kelâmi dergâhının en feyizli günlerinde oraya devam eden pek çok ulemâ ve fuzalâ vardı. Fakat Sâmi Efendi o zaman pek genç olmasına rağmen bugünkü gibi kâmil ve hâl sâhibi idi."

Ali Yektâ Efendi, müftülüğünün yanısıra Kelâmî dergâhında seyr u sülûkunu Es'ad Efendi'den tamamlayarak hilâfet icâzetnâmesi almış bir zattır. O, bu icâzetnâmesini ömrü boyunca saklamış ve bir gün tesâdüfen o icâzetnâmeye muttali olan yakınlarına "Onu sakın kimseye söylemeyin. O vazifenin ehli ve salâhiyetlisi Sâmi Efendi'dir." Demişti.
Click here to enlarge

TOPBAŞZÂDE Musa Efendi (Musa Topbaş)

Musa Topbaş 1917 (1333) yılında Konya’nın Kadınhanı ilçesinde dünyaya geldi. Tüccârândan Ahmed Hamdi Efendi’nin oğludur. Büyük dedesi Topbaşzâde Ahmed Kudsî Efendi, Mevlânâ Halid-i Bağdâdî hulefâsındandı. Babasının işi sebebi ile İstanbul’a yerleştikleri için Mûsâ Efendi’nin çocukluğu ve hayatı İstanbul’da geçti. İlk eğitimine Erenköy’deki Fransız mektebinde başladı, daha sonra Nuruosmaniye’deki İnkılap Lisesinde devam etti. Orada iki yıl kadar okuduktan sonra ayrıldı. Ailesinin dînî bir eğitim almasını istemesi sebebiyle, Elmalılı M. Hamdi Yazır’dan Kur’an ve din dersleri okudu. Bir ara Âyân Meclisi âzâsı Mustafa Âsım Yörük Hoca’dan eski usülde Arapça ve dînî bilgiler aldı. Prof. Angel isimli bir Mûsevî’den dört beş yıl kadar özel Fransızca dersleri gördü. Fransızca’sını bu dilden tercüme yapacak seviyeye getirdi. Nitekim onun imzâsıyla yayınlanmış bir Fransızca kitap da bulunmaktadır. Küçük yaşlardan itibâren güzel sanatlara özellikle hüsn-i hatta meraklıydı. Hattat Hâmid Aytaç’dan hatt dersleri aldı. Hatt ile meşgul olduğu dönemde oluşturduğu zengin hatt koleksiyonunu tasavvuf yoluna girince “kalbimi meşgul etmesin” düşüncesi ile çevresindeki hatt meraklılarına dağıttı. İlim ve hizmet özellikleri ile tanınan Topbaş âilesi, âilenin İstanbul’daki ilk büyüğü Ahmed Hamdi Efendi’den itibâren dînî ve ilmî muhitlerin destekçisi oldu. Elmalılı M. Hamdi Yazır ve Âyân âzâsı Mustafa Âsım Efendi gibi âlimlere maaş tahsis ederek sıkıntılarını gidermeye çalıştı. Daha sonraki dönemlerde ailenin büyükleri İlim Yayma Cemiyetinin kuruluşunda ve hizmetlerinin devâmında müessir rol oynadı.

Mûsâ Efendi gençlik yıllarında Bekir Hâkî Efendi, Ali Yektâ Efendi ve Ömer Nasûhî Bilmen gibi devrin önemli âlimleri ile görüşür, ziyâretlerine giderdi. İstanbul’a geldiği zamanlarda Bediuzzaman Said Nursî’ye de arabasıyla hizmet ettiğini kendisi anlatırdı.

Sultanhamamı’nda babası Ahmed Hamdi Efendi ile başladığı ticarî hayâtını, kardeşleri ile sürdürdü. Daha sonra kardeşleri ile tekstil sanayine yöneldi. 1970 yılına kadar fiilen ticaret ve sanayiin içinde bulundu. Tasavvufî ifadesiyle “halvet der-encümen” temel esası çerçevesinde iş hayatı ile mânevî hizmetleri birlikte yürüterek “el kârda, gönül yarda” ilkesini kendi hayatında fiilen gerçekleştirdi. 1970 yılından sonra sanayi ve ticaret işlerini oğullarına devrederek kendisini tamamıyla hizmete verdi. Vâkıa yine de ticarî hayattan bütünüyle kopmadı. Kardeşi ve oğullarının yönettiği fabrikasının üretimi ve ticârî işleri ile yakından ilgilenirdi.

Mûsâ Efendi’nin hayatında en büyük değişiklik Ramazanoğlu M. Sami Efendi’yi tanıdıktan sonra gerçekleşmiştir. Kendisi ile ilk defa 1950 yılında Bursa’da tanıştı. Bu tanışmadan sonra zaman zaman Sami Efendi’nin ziyaretine gitse de esas intisabı 1956 yılındadır. Kendisi manevi tecrübesini ve intisabını şöyle anlatır: “Muhterem Üstâdımızın huzûr-i âlîlerine girdiğimizde tasavvufa dair hiçbir malumatım yoktu. Bize evrad verecekler yapacağız, o kadar sanıyordum. Manevi terakkî gibi şeyleri bilmiyordum. Maneviyatı zâhirî ders gibi telakki ediyordum… Oysa kalbe kuvvetli bir aşk aşısı yapılıyor. Sâlik zeki ve anlayışlı ise onun farkına varıyor, kıymetini biliyor ve o hali muhâfaza ile terakkî ediyormuş”.

Sami Efendi’yi tanıdıktan sonra hizmete ve insanlığa bakışı daha derin bir anlam kazanan Musa Efendi 1980 yılında Erkam Yayınlarının kurulmasına öncülük etti. 1986 yılında da Altınoluk dergisinin çıkarılmasına ön ayak olduğu gibi, aynı yıl Üsküdar’da Aziz Mahmûd Hüdayi Vakfının kuruluşuna maddî ve mânevî katkılar sağladı.

Kendisi başlı başına bir müessese ve vakıf gibiydi. Hayır hizmetlerinin her türü için ayrılmış fonu vardı. Kitap, yetimler, hastalar, cami ve okul yapımı için ayrılmış tahsisatı bulunurdu. Bu fonlardan her birini bir seveni vasıtasıyla yürütür ve kendisi de kontrol ederdi. Kitap fonunu kitap almaya mali gücü olmayan, okumaya meraklı kişilerle pek çok insanın istifade edebileceği kütüphaneler için kullandırırdı. Yetimler fonunu ebeveyninden birini kaybetmiş okumaya istidadlı, bilhassa hafız gençler için tahsis ederdi. Nitekim Bosna-Hersek zulmünün devam ettiği günlerde bu savaşta ebeveynlerini kaybeden Boşnak çocukları için bir yetimler yurdu tesisine öncülük etmiş, ancak bürokratik engeller sebebiyle maalesef bu yetimler Türkiye'ye getirilememişti.

Hasta ve ilaç fonunu ise hastanelerde parası olmayan hastalara ilaç, ameliyat ve tedavi masraflarına katkıda bulunmak üzere sarf ettirirdi. Cami ve okul inşaatı için de özel bir fonu bulunur, bunu da camisi ve okulu bulunmayan yer ve yöreler için ayırırdı.

Hastalar ve yaşlılar onun merhametini en çok celbeden kesimdi. 1987 yılında evlerinden ve yuvalarından olmuş yaşlı ihtiyarlar için: "Bunlar haklarında 'ın üff bile demeyin buyurduğu kimselerdir." aslında bunları evlerimizde barındırmalıyız. Madem bunu yapamıyoruz, öyleyse onlara yuva sıcaklığında hizmet verecek huzur yurtları kurmalıyız, demiş ve Hüdayi Vakfına bağlı olarak tesis olunan huzur yurdunun kuruluş masraflarını bizzat kendisi ve yeğenleri karşılamıştı. Yoksul hastalar için bir poliklinik ve bir hastane açarak onların acılarını paylaşmak arzusundaydı. Bu maksatla gerçekleştirilen polikliniğin açılışında onun yüzündeki mutluluk ve heyecan herkesi sevindirmişti. Polikliniğin hizmetlerini takib için zaman zaman ziyârete gelmesi ve hizmetleri görmesi ona hazz veriyordu.

İnsanların gençlik çağlarından itibaren güzel alışkanlıklar kazanmasına özen gösterirdi. On beş yıl kadar önce Topbaş âilesinin çocukları için bir özel eğitim başlatmış ve onlara harçlıklarından infâk ve hediye için mutlaka pay ayırmalarını söylemişti. Hattâ onların bu iş için bir defter tutmalarını ve harçlıklarından infâka ayırdıkları miktarı yazıp kendisine göstermelerini çocuk rûhunun anlayıp algılayacağı bir üslûpla öğretmeye çalışmıştı.

Onun şefkat ve merhameti sessiz ve derinden her türlü ehl-i derde ulaşırdı. Şairin dediği gibi: "Dert çok, hemdert yok, düşmen kavî, tâli' zebun." düşmanın zalim, derdin çok ve talihin yaver gitmediği zor zamanlarda onun şefkat eli Hızır gibi yetişirdi. Hem de adını vermeyen isimsiz bir kahraman olarak. Yakın dönemlerde Afganistan ıstırabını, Bosna sancısını, Çeçenistan sıkıntısını, Kosova sızısını ve Filistin acısını yüreğinde hissedip himmetini esirgemeyen oydu. Bir sohbet meclisinden sonra Bosna-Hersek'teki yaraların sarılması için yardım toplanmıştı. Herkes kendi adına belli bir yardımda bulunduğu sırada o, büyük bir meblağ uzatmış ve: "Bir dostun buraya verilmek üzere fakîre emâneti!" diyerek takdim etmişti. Orada bulunanların çoğunda, verilen bu paranın meclise gelmemiş bir şahsın gönderdiği yardım intibaı uyandı. Ancak onun emanet dediği kendi malı, dost dediği de Allâh'tı...

Endonezya'da ekonomik sıkıntıyı istismar eden Batılı bazı devletlerin misyonerler aracılığıyla oralara girmesi ve kiliseler inşa ederek Hıristiyanlığı yaymaya çalışması söz konusu olduğunda "Şimdi dil bilen insanlar olsa da oralara gönderilebilse.." diyerek teessürünü ifade etmişti.

Yaptığı hizmetlerin faili imiş gibi görünmesinden rahatsız olur, maslahat gereği kendisi ile alakalı bir şey anlatacağı zaman daha çok meçhul sîgası kullanırdı. "..şöyle şöyle yapıldı, filan yere gidildi" derdi.

Onun üzerinde çok durduğu meselelerden biri de günümüzün en yaygın hastalığı olan ferdiyetçi yaşamaktı, içtimâîleşme zarûretine verdiği önemdi. Sohbetlerinde dâimâ Hz peygamberin ashab-ı kirama sorduğu “Bugün için bir yetim başı okşadın mı? Bir hasta ziyaretine gittin mi? Bir cenaze teşyiinde bulundun mu?” hadisini sık sık gündeme getirirdi. Her sene örf haline getirdiği toplu düğünlerde birçok gencin mutlu bir aile yuvası kurmasına vesile olur, bu gençlere maddi olarak da yardımda bulunurdu. Ayrıca hem Türkiye’de hem de Medine’de Ramazan aylarında iftar sofraları kurdurur, iftar sevincini Müslümanlarla paylaşırdı.

O, Hakk'ın cemâl sıfatına mazhar bir güzel insandı. Hem surette, hem sirette güzeldi. Hâli, kâli ve ahlâkı ile mükemmeldi. Yaradanına açık gönlünde, herkese yer vardı. Nebatattan hayvanata, oradan insanlara ulaşan bir sevgiydi bu. Her türlü güzelliğin çiçek açtığı gönlünde çiçeklerin ve güzellik timsali güllerin ayrı bir yeri vardı. Onları şefkatle seyreder, sevgi ile büyütürdü. Evinin bahçesindeki kediler ve köpekler bile ayrı bir şefkate mazhardı. Birbirlerinin hasmı olan bu iki cins, ondan gördükleri şefkatle husumeti unutmuşlar, adeta kardeş olmuşlardı. Kedi ile köpeğin birbirlerini yaladıkları onun bahçesinde çok görülmüştür.

Ona göre tasavvuf demek sadece ibadet hayatı manasına gelmezdi. İnsanlığa ve canlılara hizmet onun hem hayatında hem de terbiye sisteminde muazzam bir ehemmiyete sahipti. Fakir fukaranın hasta olanları için açılmasına vesile olduğu Hüdayi kliniğine hastalığı sebebi ile bedenen hizmet edemediği için üzülür: “-Gücüm yerinde olsa, gider hastalara bil-fiil hizmet ederdim.” derdi.

Musa Efendi’ye göre tasavvufun gayesi kalbi olgunlaştırmak ve insanı Hakk’a vâsıl eylemektir. “Tasavvuf bir derya, çok dereceleri var. Mesela, kalp, ruh, sır hafi, ahfa diye gidiyor, muhabbetle bitiyor. Ama o kâfî mi? Hayır kafî değil. İlla Fahr-i Kainat Efendimiz’in ahlakıyla ahlaklanmak, edebiyle edeplenmek. Yani her an Cenab-ı Hak’la beraber olabilmek”.

Tasavvufun aslı istikamet üzere olmaktır. Çok insan istikamet ehlidir ama onlara keramet verilmemiştir. Aksine bazen de istikamet ehlinin daha alt seviyesinde bulunanlardan keramet sadır olabilir. İstikamet Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirmek, ahlakî bakımdan durumunu düzeltmektir.

Musa Efendi hizipçiliği kalp eğitimi almamış, noksan kalmış insanların bir hastalığı olarak görürdü. Kalp olgunlaşmış olsa ne hizipçilik kalır, ne de Müslümanlar arasında ihtilaflar. Bir güzel herkes birbirini bağışlayıverir. Diyelim ki hayırlı bir iş var; “Efendim illa ben” yok. Kabiliyetli ise ona bırak, sen de onun muavini gibi çalış. Yani yol sarih. Herkes onu yapamıyor. “Ene” mani oluyor. Ama tasavvufun tam zevkini alanlar müstesna. Ayrıca ona göre hizmete giren kimse şöhretten kaçınmalıdır. İslam yolunda yapılan bazı fedakarlıklar insanı gurura sevk etmemelidir.

O, mânevî yolun bütün büyükleri gibi ne dünyâyı ne ukbâyı istedi. Sadece Allâh'a yöneldi. Cümle lezzetleri ifnâ ederek, gerçek lezzetin mârifetullâh olduğunun idrâki içinde yaşadı. Hiçbir meşguliyet, onu Hakk ile beraber olmaktan alıkoymadı. Âhıret amelini dâimâ dünyâ ameline takdim etti. Gönlü, nisan yağmuru damlalarından iri inciler peydâ eden sedefler gibiydi.

Son günlerini büyük hastalıklar içinde geçiren Musa Efendi’nin en zor zamanlarında bile dilinden sadece kelimesi dökülmüş, böylece zikir terbiyesinin en güzel örneğini sunmuştur. Ömrünün son üç yılında ve bilhassa vefatına yakın aylarda sıhhî iptilâ ve sıkıntılar, üst üste geldi. Evvelâ böbreklerini kaybetti. Devam eden iptilâlarla ıstırap, halsizlik ve dermansızlıktan konuşamaz hale gelmişti. Buna rağmen bütün gücüyle "Allâh, Allâh..." diye zikir hâlindeydi. 16 Temmuz 1999 Cuma günü Cuma ezanları okunurken Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Mustafa Kara, Musa Efendinin vefatına şöyle tarih düşmüştür.

Gönül bu, iki hece
Esrarlı bir bilmece
Tarihin üçler dedi
Vâh "ŞAM-I HATM-İ HÂCE"


Hayatın mânâsını bilir sahib-i iz'an
Kalblerin esrarını çözer sahib-i ihsan
Bir ney çıkıp söylesin vefatın tarihini
İki anahtar lâfız, işte "HUZUR VE İRFAN"


Musa Efendi’nin ömrünün son demlerinde hasta yatağında ara sıra gözünü açıp yakınlarıyla göz göze geldiği anlarda dudaklarından dökülen bazı sözleri:

Bütün mahlûkatı sevdim. Hayvânâtı, nebâtâtı sevdim. Her şeyi, herkesi sevdim. Bir insan yanlış söylese de onu yine sevmek lazım. Allah düşmanları müstesnâ.

-Hizmetle yorulan hizmetle dinlenir.

-Merhamet her şeyin başıdır.

-Dünya da boş, ukbâ da; illa Hakk’ın rızâsı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder